4 Kasım 2013

HARİKALAR DİYARI

Çocukken, bakkaldan bir şeyler alabilmek büyük bir eylemdi bizim için. Sakız, çikolata, gazoz... Bakkalın içi büyülü bir dünyaydı tabii ama cebindeki bozuk paralar neye yeterse onu alırdın ve niyeyse cam şişede gazoz alıp, sokakta kaldırıma oturup içmenin hazzını başka hiçbir şey vermezdi. 
Bulgaristan'ın bulguristan olduğu günlerdi benim için, kabak çekirdeği çitlerken kabuğundan ayırıp yiyebilmeyi büyük başarı saydığım zamanlardı. Evde karanlıktan korktuğum günlerdi, sonuçta çocuk aklınla 'dikkat öcü çıkabilir'di. Çocukluk aşkı vardı, masumca utandığın... Velhasılıkelam harikalar diyarında balonlarımızı uçurduğumuz zamanlardı. En kirli bildiğimiz şey; yere düştüğümüzde üstümüze bulaşan çamurdu ya da pastel boyanın anlamsız bir şekilde her tarafımıza bulaşmasıydı. Sonra ne olduysa, büyüyünce anladık ki kirlenmek bu değilmiş. Kirlenmek başka bir şeymiş, tatlının akan şerbetinin eline bulaşması değilmiş. Kirlenmek; çıkar ilişkilerine dayalı bir düzene dahil olmak ve sesini çıkartmadan düzenin içinde kalmakmış mesela. Yakamozun güzelliğini ve gerçekliğini bile bile, sahte sahte gülümsemekmiş insanlara... 

Büyüdük ya hani, parkta salıncak sırası beklerken, itina gösterdiğimiz sabrımızı kaybettik. Artık kendimizden başka kimse acı çekemezdi ya da başkalarının acısı her zaman küçümsenecek derecede önemsizdi. Büyüdük ya hani, özgeciliğe ne gerek vardı, bencillik varken? Geçmişimizdeki saflığımızı bile bile acımasız olduk, tahammülsüz olduk. İsteyerek, bile bile... Bizi tutsak eden bu bencillikten kurtulabilecek kadar cesaretimiz yoksa neden büyüdük? Sallanırken salıncaktan atlayan çocuklardık biz, o ihtişamlı cesaretimizi ne zaman kaybettik?